Altın tuğralı, kırmızı ve yeşil mürekkep kullanılarak yazılmış 7 Satır Zerefşanlı Feraşet Fermanı. 77 x 52 cm.
"Ferâşet, Arapça bir kelime olup sermek, döşemek, süpürmek manalarına gelir. Osmanlı terimlerinde ferrâş; vakıf eserlerini temizleyip süpürenlere denmektedir. En özel hâliyle bu tabir; Haremeyn-i Şerifeyn’i yani Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’deki mukaddes yerleri temizleyen hizmetliler olarak kullanılır. Kâbe-i Muazzama ve Peygamberimiz’in Hücre-i Saadet’i başta olmak üzere mübarek mekânların süpürülmesi ve temiz tutulması tam olarak da ferâşet kelimesinin karşılığıdır aslında.
İnanan her Müslümanın nezdinde zikrettiğimiz bu yerler, her daim mukaddes sayıldığından buraların temizlik hizmeti de muhterem bilinmiş ve zamanla “ferâşet” kelimesine bir de “şerife” kelimesi eklenerek “Ferâşet-i Şerife” denilmiştir. Hicaz’da ferâşet hizmeti, daha Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hâli hayatlarındayken başlamıştır. Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) başta olmak üzere bu mukaddes vazife, sahabe-i kiram efendilerimiz tarafından da yapılmıştır. Mekke-i Mükerreme’nin fethedildiği gün Peygamber Efendimiz (s.a.v.), putlardan temizleyerek manevî kirlerden arındırdığı Kâbe-i Muazzama’yı, ayrıca gül suyu ve zemzem-i şerifle yıkamak suretiyle maddeten de temizlemiştir. İslâm tarihinde mukaddes mekânların temizliği, her asır ve her devirde kıymetli sayılmış, manevî ehemmiyeti sebebiyle itina gösterilmiştir.
Hicaz’da sistematik olarak ferâşet hizmetini kuran, Suriye Selçuklu atabeyi Nureddin Zengi’dir. Gördüğü bir rüya üzerine askerî birliğiyle Medine-i Münevvere’ye gelen Nureddin Bey, yaptığı incelemelerde Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek bedeninin gizlice kaçırılmak üzere olduğunu fark etti. Bu hadise neticesinde Nureddin Zengi, Medine-i Münevvere’den ayrılmadan bir sistemi de başlattı. Peygamberimiz’in mübarek türbesinin bakımı, temizliği ve korunması için on iki kişiden oluşan birliği kurdu ve başlarına da Harem Ağası denilen birini tayin etti. Selahaddin Eyyubî zamanında kendine has kaideleri olan bu birlik, başlangıçta beyaz ağalardan meydana geliyorsa da zaman içerisinde Habeşistanlı ağalar bu şanlı vazifeyi icra eder oldular. Osmanlı devrinde, sarayda yetişmiş ve yaşı ilerlemiş harem ağaları, bu değerli vazifeyi yürütüyorlardı. Padişah yanında terbiye görmüş, saray teamüllerini en iyi bilen, Osmanlı’nın yetiştirdiği en kibar ve en dindar insanları olan ağalar, başta Hücre-i Saadet olmak üzere Mescid-i Nebevî’nin tüm işlerini görüyorlardı. Bugün Eyüp Sultan Camii’nin ana kapısından içeri girdiğimizde, sol tarafta kalan pencerede görülen kabir sandukası, Hacı Beşir Ağa’ya aittir ki o, Hicaz’da uzun yıllar bu vazifeyi yapmış bir harem ağasıdır.
Medine-i Münevvere’deki Peygamber Efendimiz’in mescidinin temizliği denilince, evvela süpürme işi gelir. Zira temizlikte yapılacak ilk şey, süpürmek ve göze hoş gelmeyeni kaldırmaktır. Bu hizmet, o denli şerefli ve değerli bir vazifedir ki zaman içerisinde kendine has bir teamülü de ortaya çıkarmıştı. Çok ilginçtir ki Mescid-i Nebevî’nin süpürülmesi ve temizliği, doğrudan padişaha ve onun icazet verdiği kimselere aitti. Başta padişah olmak üzere, valide sultan, şehzadeler, hanım sultanlar, padişah kızları, saraylılar, şeyhülislam, paşalar, Kubbealtı vezirleri, Kırım hanları ve padişahın takdirini kazanmış olanlar, Resûlüllah Efendimiz’in yüce makamını süpürtebiliyorlardı. Bu saydığımız insanların büyük bir kısmı İstanbul’da, az bir bölümü de eyaletlerde ikamet ediyorlardı. Padişah; kıymeti asla ölçülemeyecek bu hizmeti, birine verdiğinde o kişiye “Ferâşet-i Şerife Beratı” hazırlanıyor, bunların takibi de padişahın Hicaz hizmetlerindeki vekili olan “Şeyhü’l-Harem” tarafından yapılıyordu.
Ferâşet hizmetini yürütenler, kendi adlarına “ferâşet vekili” denilen birini ya Mescid-i Nebevî’ye gönderiyor ya da Haremeyn’de oturan birini bu iş için vazifelendiriyorlardı. Ferâşet vekilleri; dini bütün, takva sahibi, güzel ahlâklı, ihlaslı, tertip ve düzen konusunda hassas kişilerden seçilirdi. Vekil efendiler, aksi bir durum olmadığı müddetçe hayatlarınınsonuna kadar bu şerefli vazifeyi ifa ederlerdi. Hatta vefat eden Medine ferrâşları, Cennetü’l-Baki’de ferrâşlara ayrılan kısma defnedilirlerdi. Mukaddes beldelerde iskân edememiş olanlar, kendi vekilleri sayesinde mukaddes makamların temizliğinde bulunurlardı. “Mübarek toprakların temizlikçisi olsam, oraların hizmetinde bulunsam…” diye aşkla yanan nice gönül erbabı, tesis edilen sistemle bu sevaptan hissedâr olurlardı. Ferâşet-i Şerife sahibi olanlar, kendileri için Haremeyn’de bir hizmet görülmesinin haklı sevincini yaşarlardı. İstanbul’dan her yıl hac öncesi yola çıkan Surre alaylarıyla ferâşet vekillerine yıllık hediyeleri nakit olarak yollanır ve bunların konulduğu çantalara “ferâşet çantası” denilirdi. Deriden imal edilen bu çantalara ayrıca teberrüken hediyeler de konulurdu. Uzun ve çetin yol şartlarına dayanıklı olarak üretilen ferâşet çantaları, İslâm kültür ve medeniyetinin bir tezahürü olarak ortaya çıkmıştı. Mukaddes beldelere ihtiram ve ihtimamın bir göstergesi olan çantalar, uzun yıllar ecdadımız tarafından mekik dokumuştu, Osmanlı başkentiyle Hicaz arasında. Bir yüzüne gönderenin, diğer yüzüne ise alıcının ismi yazılırdı. Ferâşet çantaları ile Surre çantaları aynı şekilde, aynı yere gitseler de farklı maksatla gönderilen iki ayrıçantadır. Bu ikisi birçok araştırmacı tarafından karıştırılmış ve yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermiştir. Ferâşet sahiplerinin, vekillerine gönderdikleri hediye ve maaşlar ferâşet çantasına konulurken, Hicaz’da yaşayan ihtiyaç sahiplerine ulaştırılan hediyeler ise Surre keselerine ya da Surre çantalarına yerleştirilirdi.
Ferâşet-i Şerife, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden esinlenilerek 99 hisseye ayrılmış olup her bir hisse, 16 kırattan meydana geliyordu. Hepimizin bildiği üzere elmas ve mücevherlerin ağırlığı, kıratla ölçülür ki bu hizmetin ne denli değerli görüldüğünün bir göstergesidir. Hisselerin büyük çoğunluğu padişaha aitti ve bu üç hisse olup kırk sekiz kırata tekabül ediyordu. İki hisse yani yirmi dört kırat valide sultana verilirdi. Geriye kalanlar, padişahın belirlediği kişilere takdim edilirdi. Bazen bir kişiye tam hisse verilirken bazen de sadece yarım kırat veya çeyrek kırat verilirdi. 18. yüzyıl başlarında ferrâşların sayısı 500 iken, boşalan unvanlar için talep çok artınca, insanlardaki bu dinî gayreti geri çevirmemek için Sultan Üçüncü Mustafa zamanında sayı, 4000’e kadar çıkmıştır. İnsanların ferâşet pâyesini almak için birbiriyle yarıştığı bu şerefli vazifeye, “hizmet-i müstevcibü’l-mefharet” yani iftihar edilecek bir hizmet denilirdi. İkinci Abdülhamid Han devrinde (1901) İstanbul ile Galata, Üsküdar ve Eyüp kazalarından oluşan Bilâd-ı Selâse’den toplam 752 ferâşet çantası gönderilmiştir.
Padişah fermanı alarak imtiyaz sahibi olan ferrâşların isimleri, sahip oldukları hisse ve kıratları ile bu vazifenin başlangıç ve bitiş tarihleri, bir defterde tutulurdu. Ferâşet defterleri, sarayda Haremağaları tarafından tutulur ve sıkı takipleri yapılırdı. Önceleri, ferâşet hizmeti sadece Medine-i Münevvere için yapılsa da 03.12.1850 tarihinde Sultan Abdülmecid Han’ın iradesiyle Mekke-i Mükerreme için de ferâşet hizmeti başlatılmıştır. Sultan tarafından ihdas edilen Mekke ferâşetinin kuralları, Medine ferâşeti gibiydi. Ferâşet sahiplerini İstanbul’da dârü’ssaâde ağaları, ferâşet vekillerini de Medine’deki Şeyhü’l-Harem takip ederdi. Hicaz için son ferâşet beratı, 1914 yılında düzenlenmiştir."
( Fatih Karaboğa makalesinden alıntıdır)
Share
Ask a question
Ask a question